“Yaşamın amacı tam olarak doğmaktır. İşin asıl acıklı yanı şu: Çoğumuz
böyle tam olarak doğmadan ölüyoruz. Yaşamak doğumu her dakika sürdürmektir.
Doğum tamamlanınca ölüm gelir. Fizyoloji açısından bizim hücre sistemimiz
sürekli bir doğum süreci içindedir. Ruhbilim açısından gerçek şu: çoğumuzun
doğumu bir yerde sona eriyor. Bazıları tam olarak ölü doğmuşlardır. Fizyolojik
olarak yaşamayı sürdürürler ama kafa bakımından özlemleri analarının karnına,
toprağa, karanlığa, ölüme geri dönmektir.
Bunlar delidir, ya da aşağı yukarı öyle sayılabilirler: ötekiler yaşam yolunda ilerlemeyi sürdürürler. Ama gene de göbek bağını tam olarak kesemezler. Yaşamlarını sürdürebilmek için analarına, babalarına, soylarına, ırklarına, milletlerine, toplumsal durumlarına, paraya, Tanrıya ve bunlar gibi şeylere göbek bağıyla bağımlı kalmak zorundadırlar. Bu yüzden de tam olarak doğmuş olmazlar”
Bunlar delidir, ya da aşağı yukarı öyle sayılabilirler: ötekiler yaşam yolunda ilerlemeyi sürdürürler. Ama gene de göbek bağını tam olarak kesemezler. Yaşamlarını sürdürebilmek için analarına, babalarına, soylarına, ırklarına, milletlerine, toplumsal durumlarına, paraya, Tanrıya ve bunlar gibi şeylere göbek bağıyla bağımlı kalmak zorundadırlar. Bu yüzden de tam olarak doğmuş olmazlar”
“Ana kucağından kopamayan ömür boyu bir meme çocuğu kalacaktır.
Sevildiği, gözetildiği, korunduğu, övüldüğü sürece keyfi yerindedir. Ana
sevgisinden yoksun kalacağı kuşkusuyla karşılaştığı zamansa dayanılmaz
kaygılara sürüklenir. Baba kuyruğundan çıkamayanlar bir dereceye kadar bir
girişkenlik ve iş başarma gücü geliştirmiş olabilirler, gene de her zaman
buyruk veren, gereğinde öven, gereğinde kınayıp ceza veren sorumlu bir kimsenin
yönettiği bir ortama gereksinim duyarlar. “
“Bizim Batılı kültürümüzde herkes Hıristiyan ya da Musevi dinlerinin ya
da aydın Tanrı tanımazlığın yanıtını verdiğini sanıyor. Oysa eğer herkesin
kafasındakı düşünceleri röntgen ışınından geçirme olanağı olsa ne kadar çok
yamyamlık yanlısı, töteme tapan, çeşit çeşit putlara tapanlar olduğunu, pek az
sayıda da Hıristiyan, Musevi, Budist ve Taocu olduğunu görüp şaşacağız. Din,
insanın varoluş sorununa verdiği biçimsel ve özenle ayrıntılandırılmış bir
yanıttır. Bunun için de bilinçli olarak törenlerde başka kimselerle paylaşılabilir.
En ilkel dinler bile başka kimselerle birlik olmanın verdiği güven ve akla
yatkın olma duygusu yaratır.”
“Halk çoğunluğunun benimsediği yorum ve yaşantı söz konusu olunca bu
tümcede dillendirilen özet anlatımın ardındakı anlam, kendi bir karara varmak
yerine kararı yukarıdan onu gözleyip, onun için neyin iyi, neyin kötü olduğunu
daha iyi ayırabilecek, her şeyi bilen, her şeye güçlü Baba Tanrıya bırakmaktır.
Hiç kuşkusuz bu yaşantı da insan kendini alıcı, her şeye açık bir duruma
getirmiş olmuyor, söz dinleyip boyun eğiyor. Tanrının istencinin younda
gitmekte amaç, bencillikten bütün bütün vazgeçmekse, bu en iyi biçimde Tanrı
düşüncesi olmadan yapılabilir. Biraz çelişkili görünse de asıl Tanrının
buyruğunu izlediğim zaman Tanrıyı unuttuğum zaman oluyor. Zenin boşluk
kavramıyla anlatmak istediği şey, bir kimsenin putlaştırılmış, her işte
yardımcı bir Baba Tanrı imgesinin arkasına gerilemek çekingesi olmadan kendi
kişisel istencini bırakabilmesidir.”
“Aslına bakarsanız insanların bilinçli zihinlerinin
çoğu uydurma şeylerle, yanılgıyla dolu. Bunun böyle olması insanların gerçeği
görüp tanımaktaki yetersizliklerinden gelmiyor, toplumun işlevsel düzeninden
geliyor. Eğer bazı ilkel toplumları dışarıda bırakırsak, insanlık tarihinin
başlıca özelliği bir küçük azınlığın çoğunluk üzerinde egemenlik kurarak onları
sömürmesidir. Bunu başarabilmek için de azınlık genellikle zor kullanmıştır:
ama zor kullanma yetmeyince, sürekliliği sağlamak için çoğunluğun sümürülmeye
gönüllü olarak katlanması gerekiyordu. Böyle bir şey de ancak kafaların çeşit
çeşit uydurma şeylerle, yalanlarla doldurulmasıyla olabilir. Ancaq bu yolla
çoğunluk azınlığın kendi üzerindeki egemenliğini haklı bulabilir ve buna
katlanabilir…
Şimdi burada belirtmek istediğim şey bilincimizin içindekilerin çoğunun
toplumun kafamıza doldurduğu, gerçeğe uymayan kavramlardan, uydurma şeylerden
oluşturulmuş olan “düzmece bilinç” olduğudur.”
“Düşünce sistemi toplumsal gelişimin oluşturduğu bir şey. Her toplumun
yaşama çabası içinde, yaşam biçimine bağlı olarak bir duygulanma ve algılama
yolu geliştirmiş olması, nelerin bilince ulaşacağını, nelerin bilince
ulaşmayacağını belirleyen bir kategoriler sisteminin oluşmasına neden oluyor.
Bu sistem sanki “toplumun koşulladığı bir süzgeç” gibi görev yapıyot: bu
süzgeçten geçemeyen yaşantılar bilince ulaşamıyor.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder