6.10.2016

Erix Frommdan qeydlər (ikinci hissə)




   “Yaşamın amacı tam olarak doğmaktır. İşin asıl acıklı yanı şu: Çoğumuz böyle tam olarak doğmadan ölüyoruz. Yaşamak doğumu her dakika sürdürmektir. Doğum tamamlanınca ölüm gelir. Fizyoloji açısından bizim hücre sistemimiz sürekli bir doğum süreci içindedir. Ruhbilim açısından gerçek şu: çoğumuzun doğumu bir yerde sona eriyor. Bazıları tam olarak ölü doğmuşlardır. Fizyolojik olarak yaşamayı sürdürürler ama kafa bakımından özlemleri analarının karnına, toprağa, karanlığa, ölüme geri dönmektir.

 Bunlar delidir, ya da aşağı yukarı öyle sayılabilirler: ötekiler yaşam yolunda ilerlemeyi sürdürürler. Ama gene de göbek bağını tam olarak kesemezler. Yaşamlarını sürdürebilmek için analarına, babalarına, soylarına, ırklarına, milletlerine, toplumsal durumlarına, paraya, Tanrıya ve bunlar gibi şeylere göbek bağıyla bağımlı kalmak zorundadırlar. Bu yüzden de tam olarak doğmuş olmazlar”

   “Ana kucağından kopamayan ömür boyu bir meme çocuğu kalacaktır. Sevildiği, gözetildiği, korunduğu, övüldüğü sürece keyfi yerindedir. Ana sevgisinden yoksun kalacağı kuşkusuyla karşılaştığı zamansa dayanılmaz kaygılara sürüklenir. Baba kuyruğundan çıkamayanlar bir dereceye kadar bir girişkenlik ve iş başarma gücü geliştirmiş olabilirler, gene de her zaman buyruk veren, gereğinde öven, gereğinde kınayıp ceza veren sorumlu bir kimsenin yönettiği bir ortama gereksinim duyarlar. “

   “Bizim Batılı kültürümüzde herkes Hıristiyan ya da Musevi dinlerinin ya da aydın Tanrı tanımazlığın yanıtını verdiğini sanıyor. Oysa eğer herkesin kafasındakı düşünceleri röntgen ışınından geçirme olanağı olsa ne kadar çok yamyamlık yanlısı, töteme tapan, çeşit çeşit putlara tapanlar olduğunu, pek az sayıda da Hıristiyan, Musevi, Budist ve Taocu olduğunu görüp şaşacağız. Din, insanın varoluş sorununa verdiği biçimsel ve özenle ayrıntılandırılmış bir yanıttır. Bunun için de bilinçli olarak törenlerde başka kimselerle paylaşılabilir. En ilkel dinler bile başka kimselerle birlik olmanın verdiği güven ve akla yatkın olma duygusu yaratır.”

   “Halk çoğunluğunun benimsediği yorum ve yaşantı söz konusu olunca bu tümcede dillendirilen özet anlatımın ardındakı anlam, kendi bir karara varmak yerine kararı yukarıdan onu gözleyip, onun için neyin iyi, neyin kötü olduğunu daha iyi ayırabilecek, her şeyi bilen, her şeye güçlü Baba Tanrıya bırakmaktır. Hiç kuşkusuz bu yaşantı da insan kendini alıcı, her şeye açık bir duruma getirmiş olmuyor, söz dinleyip boyun eğiyor. Tanrının istencinin younda gitmekte amaç, bencillikten bütün bütün vazgeçmekse, bu en iyi biçimde Tanrı düşüncesi olmadan yapılabilir. Biraz çelişkili görünse de asıl Tanrının buyruğunu izlediğim zaman Tanrıyı unuttuğum zaman oluyor. Zenin boşluk kavramıyla anlatmak istediği şey, bir kimsenin putlaştırılmış, her işte yardımcı bir Baba Tanrı imgesinin arkasına gerilemek çekingesi olmadan kendi kişisel istencini bırakabilmesidir.”

    “Aslına bakarsanız insanların bilinçli zihinlerinin çoğu uydurma şeylerle, yanılgıyla dolu. Bunun böyle olması insanların gerçeği görüp tanımaktaki yetersizliklerinden gelmiyor, toplumun işlevsel düzeninden geliyor. Eğer bazı ilkel toplumları dışarıda bırakırsak, insanlık tarihinin başlıca özelliği bir küçük azınlığın çoğunluk üzerinde egemenlik kurarak onları sömürmesidir. Bunu başarabilmek için de azınlık genellikle zor kullanmıştır: ama zor kullanma yetmeyince, sürekliliği sağlamak için çoğunluğun sümürülmeye gönüllü olarak katlanması gerekiyordu. Böyle bir şey de ancak kafaların çeşit çeşit uydurma şeylerle, yalanlarla doldurulmasıyla olabilir. Ancaq bu yolla çoğunluk azınlığın kendi üzerindeki egemenliğini haklı bulabilir ve buna katlanabilir…
   Şimdi burada belirtmek istediğim şey bilincimizin içindekilerin çoğunun toplumun kafamıza doldurduğu, gerçeğe uymayan kavramlardan, uydurma şeylerden oluşturulmuş olan “düzmece bilinç” olduğudur.”


   “Düşünce sistemi toplumsal gelişimin oluşturduğu bir şey. Her toplumun yaşama çabası içinde, yaşam biçimine bağlı olarak bir duygulanma ve algılama yolu geliştirmiş olması, nelerin bilince ulaşacağını, nelerin bilince ulaşmayacağını belirleyen bir kategoriler sisteminin oluşmasına neden oluyor. Bu sistem sanki “toplumun koşulladığı bir süzgeç” gibi görev yapıyot: bu süzgeçten geçemeyen yaşantılar bilince ulaşamıyor.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Axtar